Bu aralar aklımın bir tarafına yerleşen ve bir türlü gitmek bilmeyen Washington D.C. yi tekrar ziyaret etme düşüncesi günden güne hararetini arttırıyor. Neden olduğundan tam emin olamasam da, aklımda bu düşüncenin neden var olduğuna ilişkin fikirler var.
Öncelikle geçen ay okuduğum Gündüz Vassaf’ın lise ve üniversiteyi okuduğu Amerika, özellikle Washington D.C. ‘ye 40 yıl sonra geri dönüp farkları anlattığı kitabının etkisi var.
Ardından yine bir Gündüz Vassaf kitabı olan ve annesinin hayatını anlattığı “Annem Belkıs” kitabında, Belkıs Hanım’ın Amerikan kolejlerinde okuduğu, Cumhuriyet dönemini ve öncesini gördüğü, daha sonra da yüksek eğitim almak üzere Amerika’ya gittiği anılarını okuduğumda, geçen sene 5 aya yakın bir süreyi geçirdiğim coğrafyayı özlediğimi fark ettim.
Peki, neydi orayı özlememe ve burada bulunduğum günlerde orada olma isteğimin sebebi? Ki, Washington D.C. de geçirdiğim günlerde de, orayı bırakıp İstanbul’a dönmek için gün sayıyordum. Misal bu yazıdan uzaktayken buraları özlediğim anlaşılıyor.
Öncelikle şunu açık bir şekilde söyleyebilirim: İstanbul’u içindeki ailem ve arkadaşlarım olduğu için seviyorum. Daha fazlası yok. Ne boğazına ne de insanına aşığım. Ama 32 yılımı geçirdiğim bu karmakarışık coğrafyaya karşı da tarif edemediğim duygularım var. Sanırım “açıklayamadığım” o duygu sadece alışkanlık.
“Gregor Samsa bir sabah kötü bir rüyadan uyandığında, kendini yatağında korkunç bir böceğe dönüşmüş olarak buldu…”
Her gün işe giderken ve işten dönerken, kimi zaman işyerinde, çoğunlukla gazete okurken, sokakta dolanırken, sık sık dışarıya yemek yemeye çıktığımda ve genelde bir şeylerin karşılığı olarak para ödediğimde kendimi hep eksik hissediyorum. Bu ülkede eğer belli zümrelere ait değilsen, tanınmış akrabaların yoksa, standart üstü bir maddi güce sahip değilsen, kestirmeden söylemek gerekirse sıradan bir vatandaşsan, hayatının, fikirlerinin, tecrübelerinin hiçbir önemi yok. Bu düşüncelerime katılanlar veya tam tersi fikirlere inanıp bana karşı çıkanlar olabilir. Kimsenin fikrini değiştirmek gibi bir amaca sahip değilim. Ama eğer benim neden böyle düşündüğümü merak ederseniz, hafta içi bir gün, 18:00-19:00 arası özellikle Cevizlibağ ya da herhangi bir metrobüs durağına gidin.
Evine gidebilmek için insanların nasıl çileler çektiğine tanık olun. Aynı sınırların içinde beraber yaşadığınız, belki özünde çok iyi olan insanların nasıl delirdiğine, insanlıklarını yitirdiğine tanık olun. Otobüse binmek için kadın, yaşlı, çocuk tanımadan sadece o “boktan” toplu taşıma aracına binmek için birbirlerine neler yaptıklarına bakın.
Eğer birilerini dövmeden, ezmeden ya da birileri tarafından sözle veya elle tacize uğramadan metrobüs yolculuğunu tamamlayabilirseniz şanlısınız. Ve eğer benim kadar uzak oturuyorsanız (Mimaroba-Büyükçekmece), son duraktan tekrar bir vasıtaya binmeniz gerekmekte. O otobüslere ise “özel” halk otobüsü adını verenlerin kulakları çınlasın. Kurban bayramında kesilmeye götürülen küçük ya da büyük baş hayvanlara bile daha fazla saygı gösteriliyor. Ama milletimiz, mesai saatleri içerisinde tüm vatandaşları ile öyle bir dönüşüm geçiriyor ki inanmak mümkün değil. Franz Kafka’ya, Gregor Samsa adlı bir karakteri hayatıma soktuğu için sonsuz teşekkürü borç bilirim.
“Havasına, suyuna, taşına, toprağına…”
Örnekleri çoğaltmak mümkün, işyerinde beraber çalıştığınız, emir aldığınız, müşteriniz ya da müşterisi olduğunuz insanlara bakın. Üst, alt komşunuza bakın. Televizyonu açıp yayınlanan dizilere bakın, ekonomiye yön veren iş adamlarına bakın, meydanlarda haklı olduğunu kanıtlamak için bağıran siyasetçilere bakın…
Elbette istisnalar olacaktır. Ama genele baktığım zaman bu ülkenin günden güne daha da delirdiğini söylemem mümkün. Daha toplu taşıma sıkıntısını çözememiş, çarpık yapılaşmayı kabul etmiş, eğitimden ve okumaktan, özgürlüğünü ilan ettiği ilk günden beri korkan Türk milleti, ne yazık ki gün geçtikçe daha da cehalete sürükleniyor.
Bu söylediklerimden benim müthiş bilgili olduğumu çıkarmak serbest. Ama ben hala yolun en başında olduğumun farkındayım. Okulda yıllarca aldığım, sadece adı eğitim olan saçmalıkları unutmak ve daha geçerli bilgiler ile donanmak için elimden geldiği kadar çaba sarf ediyorum ve tüm bunlara rağmen hala da çok yolum var. Sanırım öğrenecek bir şeyim kalmadı diyeceğim tek gün, son nefesimi verdiğim an olacaktır. Onu da o anda söyleyemem sanırım.
Peki, Amerika’da tüm bunlar nasıl? Toplu taşıma measi saatleri içerisinde bizim yaşadığımız yoğunluğa sahip olmamakla beraber yine de yoğun. Ama benim kaldığım süre içerisinde metroda birbirini döven, iten ya da birbirine ana avrat söven olmadı. Tam aksine insanlar ellerinden geldiğince kibar olmaya çalışıyorlar. Tabi ki, Washington D.C.’nin doğusuna doğru giderseniz orada İstanbul’dan aradığınız, özlediğiniz medeniyetsizliği de bulmanız mümkün.
Yaptığınız işe, ortaya koyduğunuz emeğe, doğru ya da yanlış bilgilerinize saygı gösteriliyor. Dışarıya yemek yemeye gittiyseniz, gittiğiniz yerin kalitesi ne ise o kalitede hizmet alabiliyorsunuz. Bir şeyi satın alıyorsanız, bedelini ödüyorsunuz. Daha fazlasını değil. Tanımdığınız insanlar size selam verirken, herhangi bir mağazada çalışan ile sanki arkadaş gibi muhabbet edebiliyorsunuz. Tabi ki bunu yapmalarının sebebi satış yapmak. Yoksa kara kaşınıza, kara gözünüze sevdalanmaları değil. Haftasonları insanlar eğlenmeye çıkıyorsa gerçekten eğlenmeye çıkıyor. Amaç o akşam sevişmek ise gerçekten sevişiyorlar. Falan, filan diye upuzun bir liste olacak sebepleri burada kesiyorum.
“Beğenmiyorsan, siktir git!”
Toparlamak gerekirse; her zaman için doğru ne ise onu söylemeye çalıştım. Hiçbir şeyi körü körüne sevmedim. Sahip olduğum kötü alışkanlıklarımın da kötü olduğunu her zaman bildim. Takım tuttum ama asla fanatik olmadım. Kaybettiğimde üzüldüm ama hayata küsmedim. İnsanları sevdim ama her zaman da bırakıp gidebilecek kadar bir boşluk yerleştirdim içlerine. Aşık oldum ama benliğimi aşmalarına izin vermedim.
Bu tarih itibari ile de fikirlerim yukardaki yazılanlardır. İçinde yaşadığım şehri, beraber yolculuk yaptığım vatandaşımı, beni eğitmesi gerekirken körelten hocalarımı, din adı altında yapılanları, kitap okuduğum için bana laf söyleyen insanları, her şeyi ben bilirimcileri ve daha bir çok sıfatlı Türk ve de bu özelliklere sahip tüm insanları ne yazık ki sevmiyorum.
“Elinde olsa gider misin?” diye soracak olursanız eğer, bu sıralar evet deme ihtimalim ise daha yüksek gibi duruyor. Ama öyle bir imkan da şu sıralar yok.
İçimde bir yerlerde, kibritçi kızın tek bir kibritle ısınabileceğine olan inancı gibi bir inanç değişebileceğimizi fısıldıyor. Belki de o fısıltının hatırına biraz daha şansımı zorlayabilirim. Belki yıllar sonra bu düşüncelerimin tam aksine sahip olurum. Kim bilir ?
No comments