Hikaye Daidalus ve oğlu İkarus’un Kral Minos’un emri ile bir kuleye kapatılması ile başlar. Kendi idam törenlerini bekleyen baba ve oğul, bu elem kaderlerine boyun eğmek istemezler ve bu kuleden kaçışın yolunu ararlar. Bir mucit ve mimar olan Daidalus balmumundan ve kuleye gelip giden kuşların bıraktığı tüylerden hem kendisine hem de oğluna birer çift kanat tasarlar. Kuleden uçup kaçmadan önce ise İkarus’a o çok önemli uyarıyı yapar. Uçmanın verdiği coşkuya kapılıp güneşe çok yaklaşmamasını, aynı zamanda da denize yakın uçmamasını söyler. Çünkü balmumundan yapılan kanatlar güneşe yaklaştıkça eriyecek, kuş tüylerinden oluşan kanatlar ise denizin neminden ağırlaşacaktır. Fakat babasının yaptığı uyarıya rağmen ya da o uyarı yüzünden İkarus güneşe yaklaşır ve eriyen kanatları sebebiyle Ege’nin soğuk sularına çakılır.
Bu neredeyse herkesin ucundan kenarından bildiği hikayeyi aklımızın bir kenarında tutalım. Bu hafta pazar gününü tam anlamıyla kendime ayırmak istedim. Geçenlerde internette dolanırken okuduğum bir makalede – yanlış hatırlamıyorsam Amerika’da – insanların Pazar günleri cep telefonlarını kapayarak tüm günü kendilerine ayırmaya başladıklarından, bu sebeple akıllı telefonlarda harcanan zamanı istedikleri başka yerlerde değerlendirdiklerinden bahsediyordu. Ne yazık ki ne kadar arasam da makaleyi bulamadım, o sebeple bir link veremiyorum.
Geçenlerde de bahsettiğim üzere bu aralar bir huzursuzluk/rahatsızlık havasına büründüm. 32 yaşında biri olarak orta yaş sendromuna girdiğimi düşünecekler olabilir. İşin aslı ne yazık ki ben de bilmiyorum. Fakat bir şekilde hissettiğim bir çok alışkanlıklarımın kölesi olduğumdu. Bu yazıda da ondan bahsetmiştim. Ve bunları değiştirip, bu huzursuzluğuma bir son vermek istemekteyim. Hepsi bu! Felsefeye girmek gibi bir niyetim inan ki yok!
Bu sebeple ben de bu telefon kapatma olayını bu hafta tecrübe etmek istedim. Telefonu tüm gün açmayacak ve yılkı atları gibi dört nala özgürlüğün tadını çıkaracaktım. Tabi bunu yaparken de bana ulaşmak isteyen insanları tüm gün endişeye salmamak için gerekli insanlara önceden haber verdim. Arkadaşlarımın bir kısmı anlayışla karşılarken bir kısmı sanki cinsiyet değiştirmeye karar vermişim gibi verdiğim kararı “Enteresan” olarak adlandırdı. Ailem ise Annem dışında normal karşıladı. Zaten benim abudik gubidik kararlarıma alışmışlardı. Fakat Annem her zaman ki gibi yine olayı sanırım bir Tarantino filmi tadında hayal etti. Kendisi ben bu satırları yazarken Antalya’da bir havuz başında kitabını okuyup kahvesini içiyordur. Hayal gücünü yaptığı bu tatillere mi borçlu bilemedim?
İşte tam bu noktada, ki o nokta sanırım Annemin en özgün senaryo dalında ödül alıp, kürsüden teşekkürlerini sunduğu an olabilir, aslında sahip olduğumuz bu akıllı telefonların sadece bizim için değil çevremizdeki bir çok kişi için de önemli olduğunu farkettim. Zaten tüm bu sosyal medya ya da yeni nesil iletişim mekanizmasına bir mekanik gözüyle bakarsak, her birimiz bu dev aleti oluşturan birer ufak çarkız. Ve yokluğumuz bir şekilde kümelere bölünmüş düzenin sekteye uğramasına neden olabiliyor.
Düşman edinmek istiyorsan, bir şeyi değiştirmeyi dene demiş Woodrow Wilson. Çok haklı bir gözlem. Sabah uyandığımdan beri bir kaç kez elim telefonu aradı. Peki ne yapmak için? Hoşlandığım kızı arayıp “Seni Seviyorum Kuzu Kulağım!” mı diyecektim? Hiç sanmıyorum. Peki haftada bir, kimi zaman zar zor aradığım babamı mı arayacaktım? Hayır. Yapmak istediğim aslında başkalarının hayatlarına bakmak olacaktı. Twitter’da kendi olmayan siyasal bilgilerini paylaşan, her boka sadece dahil olmak için yorum yapan, bunu yaparken de objektifliğin yarım küresinden bile geçmeyen insanların dediklerini merak ediyordum. Facebook’ta çocuk fotoğraflarını altına kopyala-yapıştır yapılan yorumları okuyacaktım, gülmekten ölmezsem Harakiri yapacağını garanti eden salak videolara bakacaktım, aynı ülke vatandaşı olmanın dışında sadece bir gün bir yerde denk gelip iki kelam ettiğim adamların arkadaşlık tekiflerini red edecektim. Instagram’da paylaşılan “fancy” yaşamlara bakacaktım. Herkesin bir Burnei Sultanı benzeri hayat yaşadığını anlatması için yenen yemekler, içilen içkiler, kıyafeter vs. gibi paylaşımlarına bakacaktım. Ki Instagram’da bu dediklerimi ne yazık ki ben de yapıyorum. Objektiflik demişken bir selam çakayım bari.
Şimdi aklımızın bir köşesine sıkıştırdığımız İkarus’un hikayesine tekrar dönelim.
Bu hikayede tek suçlu zevkine söz geçiremeyen İkarus mu? Daha kuleden havalanmadan onun aklına bu fikri sokmuş olan babası suçlu değil mi? Ortada hiçbir şey yokken nifak tohumlarını eken o değil mi? İşte burada bir dilemma baş gösteriyor. Eğer baba oğluna bir şey demese yine aynı son mu olacaktı? Yoksa baba bu uyarıları yaptığı için mi oğulun bedeni denizin dibini boyladı?
Telefonumu bir pazar açmayınca beni düzenin yolcusu yapan tüm şeylerden kurtuldum mu? Ya da bu sessizlik içerisinde çaresi bulunmamış bir hastalığa tedavi mi buldum? Artık sahip olduğum özgürlüğüm sayesinde medeniyet olarak bir tık ileri mi gitmiş oldum? Yoksa şu an telefonumun kapalı olmasından dolayı çok acil bir konuda ulaşılamaz bir durumda mıyım? Şu an için hiçbirine yorum yapamayacağım. Fakat bir gerçek var ki, akıllı telefonlarda harcanması gereken zamanın çok fazlasını harcıyormuşum. Daha az bir şekilde kullanıldığında ise daha mantıklı sonuçlar alınacağını düşünmekteyim. Bir de tabi ki bu ufak tecrübe tekrardan iki yönlü düşünme konusunda bir uygulama oldu denebilir. Kısacası kendinizi sınamaktan asla vazgeçmeyin…
Sayonara!
No comments