Bu sıralar 2001-2003 yılları arasında yaptığım otostop yolculuklarında hiç not almadığım, o bir daha yakalanması neredeyse imkansız olan insanlar hakkında iki satır dahi yazmadığım için sık sık pişmanlık duyuyorum.
“Baş parmak ile başlayan yolculuklar…”
2001-2003 yılları Tekirdağ’da okuduğum yıllara denk geliyor. Paramın olmamasından değil de, o yaşlarda bir arayış içinde olduğum için –arayışım hala bitmedi– çok sık Tekirdağ-İstanbul ve İstanbul-Tekirdağ arası otostop yaptım. Bu arayışın ne olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Manyağın birine denk gelip soyulmak veya bıçaklanmak olası sonuçlardan biriydi. Ama benim asıl aradığım biraz heyecan, biraz macera ve çokca insan tanımakmış. Şu an düşününce, neredeyse silinmek üzere olan anılarımdan bunu çıkarabiliyorum.
Otostop işini bir ara o kadar benimsemiştim ki, bir gün yurttan iki arkadaşımla beraber plansız bir şekilde çıkıp yola düştük. Hedef Antalya, gitmek için ise ele avuca gelecek hiçbir sebep yok. Yanlış hatırlamıyorsam akşam saat 22:00 de Trakya Üniversitesinin (Şu an ki adı ile Namık Kemal Üniversitesi) önünden otostopa başladık. İlk durak olarak İzmir’i belirledik, orada yaşayan liseyi beraber okuduğum bir arkadaşım ile biraz vakit geçirip, biraz uyuyup yola devam etmeyi planladık.
Tam olarak hatırlamamak ile beraber sanırım toplamda 11 vasıta değiştirerek, çoğunluğunu kamyon ve TIR’ların oluşturduğu bir filo ile 14 saatte İzmir’e vardık. Uykusuzluğum hat safhada. Kamyon şöförlerinin sizi araçlarına almalarının sebebi, onların da yolda sıkılmaları ve konuşarak uyuma riskini minimuma indirmeyi hedeflemeleri. Ama beraber gittiğim arkadaşlarım bir Koala edasında bindikleri her araçta kaygısız bir şekilde uyuyunca şöförler ile konuşmak bana kaldı. Son bir iki araçta o kadar uykusuzdum ki, halüsinasyon bile gördüm.
14 saatin ardından, sanırım 5 Lira harcayarak İzmir’e vardık. Arkadaşım ile buluşup, biraz İzmir’i dolandıktan sonra, neden gittiğimi bilmediğimiz bir şekilde Türkü bara gittik. Türkü Bar ney yahu? Bir miktar alkol alarak zaten hat safhaya ulaşmış uykusuzluğumu (takribi 36 saat) iyice pekiştirdim. Türkü bar eziyeti ne kadar sürdü bilmiyorum, fakat bir süre sonra arkadaşım bizi Antalya yönüne doğru bıraktığında hala Antalya’ya gitmeyi hedefliyorduk.
15 dakika kadar şansımızı denedikten sonra, Türk insanın içindeki gizli eşcinseli daha iyi tanıma fırsatımız oldu. Malum Üniversite öğrencisiyiz. Yıllarca baskıcı bir okul düzeninde, sözüm ona askeri mantıkla saç kestirdikten sonra Üniversiteye gidince saç uzatmak bir Türk geleneğine dönüşmüştü. Hepimizin saçları omuzlarında, benim kulaklarımda küpeler… Bunların tamamı klasik bir Türk “hayvanı” için yeterli sebep. 15 dakika içinde 3 arabadan kornalar ve abuk sabuk laflar ile yolculuğumuzun İzmir’de bittiğine kanaat getirdik. Fakat saat geceyarısını geçmişti. Çevirdiğimiz taksi otogara gitmek için fantastik bir para talep edince, buraya kadar neredeyse bedavaya geldiğimizden cimrilik yapıp teklifi kabul etmedik. Yoksa Allah’a şükür herkesin cebinde haddinden fazla para vardı. İkinci takside yüzümüzü güldürmedi. Basmane istikametine doğru yol alırken aklımıza Üniversiteden tanıdığımız, iki yıllık Meslek Yüksek Okulunda 6. seneleri olan ve otostopla neredeyse Türkiye turu atan elemanların söyledikleri geldi: “Götünüz sıkışırsa Karakol ve Devlet Hastanelerine sığının.” Bu arada normalde yurtta kaldığımız için Türkiye çapındaki tüm Yurtkur’lara bağlı yurtlarda kalabilme hakkımız vardı. Lakin tarih olarak 19 Mayıs ya da 23 Nisan gibi bir tarihi seçtiğimizden ve İzmir’de bulunan yurda kendi mallığımızdan dolayı saat 17:00 den sonra gittiğimizden muhattap bulamadık.
Basmane Karakolunu görünce çölde vaha bulmuş gibi sevindik. Çünkü Basmane yolu boyunca konuşlanmış taksiciler, yoldaki sarhoş ve travestiler ile hoş diyaloglar yaşamamıştık. Karakolda sıcak bir yuva hayali kurarken 100 metre yukarıda otobüs firmalarının ofislerinin olduğu söylenip bize yol verildi.
“Bu da mı gol değil?”
Firmaların ofislerine gittiğimizde saat 02:00 olmuştu. Ofislerin önünde, müşteri portföyü hakkında uzun uzun düşündüğüm seyyar muz satıcısı abinin “6 dan önce açılmaz” demesi ile tekrar karakola döndük. Bu sefer halimize acıyan kolluk kuvvetleri bizi içeri davet etti. Neden geldiniz, buralarda ne yapıyorsunuz sorularına “Abi biz biraz malız, öyle esti otostop ile buralara geldik, eve dönmeye de paramız var ama ipnelik değil mi harcamıyoruz” gibisinden saçma sapan cevaplar vermeden, beyaz yalanlar ile bezenmiş, fakir edebiyatı ile soslanmış 4 kişilik yalanımızı amirlerimize servis ettik. Bu arada İstanbul’lu olan bir polis çay ikram etti. Ardından kapıdan zebellak gibi bir adam girdi. Sivil, elde telsiz. Bana şöyle pis pis baktı. Hala hatırlıyorum, “bu herif beni ikiye bölecek” dediğimi. Ama Allah razı olsun, Üniversitede çok sevdiği bir arkadaşı İstanbulluymuş. Onun hatrına sizi otogara atayım dedi.
Bizi otogardaki nokta amirliğine emanet edip kendi yoluna devam etti. Nokta amirliğinde de şahane karşılandık. Gazozlar, çokoprensler. İkram gırla… Ordaki memura da yalan söyledik yanlış hatırlamıyorsam. Adam nereye gideceksiniz diye sordu. Ben o an Bitlis’e giden bir otobüse bile razıyım. Uykusuzluktan ölmeme dakikalar var çünkü. Dedik Tekirdağ’a gideceğiz. Malum tatil olduğundan tüm öğrenciler evlerine gidiyor. Otogar ana baba günü. Otobüsler full. Tekirdağ’a yer yok haberi geldi. İkinci seçenek Edirne. Ordan da olumsuz yanıt. İstanbul diyoruz ama nafile. İstanbul’a göç var İzmir’den. Sonra bir arkadaşım Bursa dedi. Neden bilmiyorum o an çok mantıklı geldi. Polis uzun bir konuşma yaptıktan sonra bizi numarasını şimdi hatırlamadığım bir perona yolladı. Ve üstüne basarak şunu dedi: “Nokta amirliğinden geldiğinizi söyleyin!” Biz ne bilelim nokta amirliğinden giden adamın para vermeyeceğini. Direkt olarak desene amirim, sakın herife para vermeyin diye.
Hayatımda ilk defa numarasını hatırlamadığım peronda ayakta uyudum. Kendime geldiğimde bir arkadaşım, “yatak filan önemli değil, bizi Bursa’ya götür yeter” dedi. Yatak kelimesini duyunca içim ısındı, eski 302 otobüslerden aklımda kalan yatak en arka koltuğun arkasındaydı. Güzel yer diye düşündüm. Ne bileyim ben yeni otobüslerde bagajın yanındaki bagajdan bozma alana yatak dediklerini. Bildiğin valizlerini koyduğun yere üçümüz tıkan hain muavin, bir de uykulu halimizi fırsat bilip bizden bilet parasını da cebe indirmesin mi?
Bagaj-Yatak kısmına kendimizi attığımızda benle beraber gelen, ki gelmesini de arzu etmediğimiz ama sülük gibi yapışan arkadaşımın ayaklarının 18 gün önce öldüğünü farkettik. Allahım bir ayak böyle kokamaz. Yahut ayağı böyle kokan birinin yaşaması tıbben imkansız olmalıydı. Ama adam bir mucize gibi karşımdaydı. O an uykusuzlaktan öldüğümü ve o yaşıma kadar işlediğim günahların cezası olarakta sonsuz yaşamda bu kokuyu solumak zorunda olduğumu düşündüm…
Saçma hayallerden çıktığımda hain muavinin yatarken üstüne örttüğü battaniyeyi farkettik, battaniyeyi sülük arkadaşın ceset ayaklarına bir güzel sardıktan sonra koku kesildi. Hain muavinle de bu şekilde ödeştiğimizi düşündük.
“Tekerlekli bir tabutta hayata tutunmaya çalışmak.”
20cm’e 10’cmlik bir kapaktan oksijen alabiliyorduk. Ufakta bir florasan vardı. Zaten zemine sıfır olarak gittiğimiz için, en ufak virajda otobüsün devrildiğimizi zannedip, şahadet şurubundan kana kana içmeye çalışıyordum. Es kaza bir kaza olsaydı, bagajda ölecek 3 tane gerizekalının akibeti belki günlerce konuşulacaktı. Tam uyumak üzereyken durduğumuzu hatırlıyorum. İzmir Bursa arasını bu kadar yakın bilmiyordum. Saçmaladığımın farkına varıp ne oluyor derken bagaj açıldı ve hain muavin içeri 2 metrelik birini daha tıktı! Olduk mu bagajda 4 kişi? Allahım, nası küfürler ediyorum içimden. Gelen yarma yüzünden de ayaklarımı bağdaş pozisyonuna çekmem gerekmişti. Lavukta sürekli konuşuyor, susmak bilmiyor, ishal olmuş kıç mübarek. Lavuk ile konuşurken uyudum, uyurken konuştum.
Bursa’ya varmadan hain muavin inenlerin yerine bizi bagajdan çıkarıp, insani şartlar altında Bursa otogarına soktu. Ordan otobüs ile İstanbul. İstanbul’dan ise otobüsle tekrar Tekirdağ’a döndük.
İşte bu saçma sapan olayları daha fazla unutmadan buraya yazmak istedim ki, yıllar sonra açıp neler yaptığımı tekrar okuyabileyim.
“Sadete gel koçum!”
Şu an sahip olduğum bu tecrübelere rağmen, otostop ile bir yere gitmeye cesaret edemem. Kaybedecek çok şeye sahip değilim. Aslında sebep de o değil. O kadar saçma sapan adamla tanıştım ki bu yolculuklarda anlatamam. Mesela Selimpaşa’dan beni alan bir adamın, Taksim’e gidip içelim, manita yapalım ısrarlarından, zamanında Küçükçekmece köprü altında duran hayat kadınları sayesinde kurtulabilmişliğim var ki o apayrı bir hikaye. Ama gençliğin vermiş olduğu o cesaret, o gözü peklik belki de bu yolculuklardan geriye kalan tek şeydi. Bir çocuğun umarsızca koşması ve kendini bir yerden aşağı bırakması ise bugünlerde daha da anlamlı gelmeye başlıyor.
İnsan ne kadar büyürse büyüsün, o artık klişe haline gelen “içindeki çocuğu” gerçekten bir şekilde korumalı. Her zaman için onun aklına uyup, diğerlerinin yapamadıklarına cesaret edip, risk almabilmeli. Her zaman olduğu gibi burada yazanlar tamamen beni bağlar, kimseye hayat dersi vermeye çalıştığım yok. Öyle bir misyonum da yok…
Sayonara!
No comments