Pandora’nın kutusu; yunan mitolijisinde yer alan, içinde tüm kötülükleri barındıran bir kutu-testinin açılması ile Dünya’ya kötülüklerin yayılmasını anlatan bir mittir. Konuya ait bir kaç farklı efsaneden benim en hoşuma giden kutunun açılıp kötülüklerin etrafa yayılmasından sonra kutuyu kapatmaya çalışan Epimetheus’un kutunun içinden gelen cılız sese kulak verip kutuyu tekrar açması ve kutunun dibindeki kelebeği özgür bırakmasıdır. Bu öyküdeki kelebek insanların içindeki tek umuttur.
Mutluluk ise tüm hayatımızı uğruna harcadığımız, aslında tam karşılığının ne olduğunu bilmediğimiz bir yarışın birincilik ödülüdür sanki. Sürekli önümüze koyduğumuz hedeflere vardığımız zaman mutlu olacağımız algısına kapılmamız ise ufuk çizgisine varmaya çalışmamız gibi. Sahip olduklarımızı geride bırakınca mı mutlu oluyoruz? Yoksa yeni hedeflere varmaya çalışmak mı bizi mutlu ediyor? Mutluluk arayışı bir yere varma çabası mı? Yoksa varılan noktalardan uzaklaşmaya çalışmak mı?
Bir Macar atasözünün dediği gibi; “Tutkunun bittiği yerde mutluluk başlar…”
İnsanların yıllardır aradığı sorunun cevabını bulduğum zannedilmesin. Ama herkes gibi benimde konuya dair fikirlerim var. Haydi mutluluk arayışına bir de benim gözümden bakalım…
Emrah Serbes Hikayem Paramparça adlı muhteşem kitabında “Mutluluk yokluğuyla bilinen bir merettir.” der. Hepimizin kafasında mutluluğa nasıl ereceğimizle ilgili planlar var. Hem de yüzlerce. Her gece uyumadan önce mutluluğun anahtarına ulaşacağımız hayallere dalar, daha sonra kendimizi uyku denen garip olaya teslim ederiz.
Ortalama insan ömrünü 75 yıl olarak baz alırsak, yarısına çok yaklaşmış bir birey olarak söyleceklerim 15 yaşında birinin sahip olduklarına göre fazla, 80 yaşında birinin bilgilerinin yanında eksik kalır. Ama insanın kendi blogunun olmasının iyi taraflarından biri de burda yazdıklarının sadece seni bağlıyor oluşu.
31 yaşında İstanbul gibi muhteşem ve bir o kadar da berbat bir şehirde doğmuş, büyümüş, eğitim almış, çalışmış, bir şeyler elde edip, çok şey kaybetmiş bir Selçuk Karaoğlan olarak son 3 yılda geçirdiğim dönüşüm (belki de olgunlaşmadır) beni bazı konularda uzun uzun düşünmeye sevk ediyor. Mutluluk arayışı da bunlardan biri…
Evimin iş yerime 50 km uzakta olması sebebiyle çoğu insanın uyuduğu saatte uyanıp yola düşen bir grup insandan biriyim. Geceleri erken yatmayan-yatamayan biri olarak günlük ortalama 8 saat uykuyu ise yakalayamıyorum. 24 saat bana yetmiyor diyen ego obezi insanlardan değilim, hiç bir zaman da o güruha ait hissetmedim kendimi. 24 saat yeter de artar…
Sabahın erken saatlerinde yola çıkıp iki buçuk saat gibi fantastik sürelerde işe varıp, bunu bir de akşamları uyguladığınızda, bu ölü zamanları değerlendirmek için çeşitli yolları arıyorsunuz. Bu sürede uyumak en yaygın olanı. Ama kendi yatağında bile uyuyamayan biri olarak çok tercih ettiğim bir şey değil. Müzik dinlemek ikinci sırada geliyor. Bunu cep telefonlarında oyun oynamak, birileri ile konuşmak ve başkalarının hayatını dikizlemenin kibarcası olan sosyal medyada dolanmak alıyor. Bir şeyler okumak ise son zamanlarda artan ama asla yeterli seviyeye ulaşamayan bir seçenek. İş sebebi ile 2013 yılının üçte birini Amerika’da geçirme fırsatını yakaladım. Burada gözlemlediğim okuma seviyesini yaptığım hesaplamalara göre 4821 yılında anca yakalayabiliyoruz. İnsanlar hastalık seviyesinde okuyor. Kitaplar, Kindle üzerinden okudukları e-kitaplar, metrolarda dağıtılan ücretsiz gazeteler vs.
Trafikte geçen sürenin faydalı kullanımı için benim kullandığım yöntem ise kitap okumak. 2012 yılı Eylül ayında hedeflediğim, bir yıl içinde 52 kitap okumak hedefimi ise 32 kitap ile kaçırdım. Daha çok okumam gerek. Bir diğer yöntemim ise insanları gözlemlemek. Üniversitelerde ders olarak okutulmayacak da olsa yaptığım gözlemler sonunda ülke olarak son derece mutsuz olduğumuzu söyleyebilirim. Bunun için çok araştırma yapmaya da gerek yok. Her sabah suratı asık olarak uyanan vatandaşlarız. Otobüse bir yerden bir yere varmak için değil de, dün müdürümüzün dev bir orospu çocuğu olduğunu yüzüne bağırarak söyleyememenin ezikliğini atmak için biniyoruz. Toplu taşımada bizim kadar kavga eden başka bir millet var mı bilemiyorum. İnsanların birbirleri ile konuşmasını geçtim, es kaza birine gülümseseniz ” ne var lan dallama?” tepkisini almanız çok yüksek. Ama Amerika’da insanlar tanıdık tanımadık her sabah birbirlerine Günaydın diyorlar, tanımasalarda 3 duraklık metro yolculuğunda sizle iletişime geçiyorlar. Örnekleri çoğaltmak mümkün. İsteyenler ücreti karşılığında bunları anlatabilirim. Ücretim saat başı hiç lira…
Amerika aşığı olmadığı daha önce yazmış olduğum Amerika günlüklerinde açık bir dille belirtmiştim. Fakat ortada su götürmez bir gerçek var. Bu adamlar mutlu…
Tüm Dünya’nın onlardan nefret etmesine rağmen mutlular. “Amerikan vatandaşları da geri zekalı abi. Adama laf anlatamıyorsun” lafını elbet birinden duymuşsunuzdur. Aslına bakılırsa adamlar hayatlarını yapmaları gerekenler ekseninde kurmuşlar. Bir Türk gibi başarıya ya da mutluluğa varmak için alternatif yollar aramıyorlar. Varmak istedikleri noktaya neler yaparak varacaklarını biliyorlar.
Peki biz neden mutlu olamıyoruz. Aslında ilk neden Türkiye olarak kendimize coğrafi bir yer bulamamak. Avrupalı değiliz. Asyalı veya Ortadoğulu da değiliz. Belki de coğrafik olarak örneği olmayan arafta kalmış bir ülkeyiz. Kendimize bir ad veremiyoruz. Ve insan en çok bilmediği şeylerden korkar. İkinci olarak örf ve gelenek denen, insanı köklerine bağlayan algıyı tam anlamıyla götünden anlamamız. TDK’nın sözlüğünde kökün anlamı: Bir kimseyi bir yere bağlayan manevi temel güçlerin bütünü. Ve tıpkı bitkilerde olduğu gibi büyümek için sağlam köklere ihtiyaç duyarız. Fakat ülkemizde edindiğimiz örf ve gelenek bizim büyümememiz için oluşturulmuş hurafelere toplamına eşit. Bir diğer ve en önemlilerinden biri eğitim eksikliği. Kendimizi geliştirmeyi spor salonlarına gidip ağırlık kaldırmaktan ibaret zannediyoruz. Hedefleri olmayan insanlar topluluğuyuz. “Piyango çıksa 100 tane ev alır, bir daha çalışmam, yatarım hacı” olgusu DNA’larımıza işlemiş. En kısa yoldan zengin olmak peşindeyiz. Ve bunu başaran insanlar var. Sosyetemizin bir kısmını bu hanımlar ve beyler oluşturuyor. İki kelimeyi bir araya getiremeyen, yarın iflas etse yanında kimse kalmayacak, Kül Kedisi gibi kullanım süreleri olan insanlar. Gazetelerde ve televizyonda sürekli tek sermayesi bir plastik cerrahın okulda öğrendiklerini uygulaması sonucunda ortaya çıkmış memeler, kalçalar, dudaklar, elmacık kemikleri olan insanlar görüyoruz. Bu arada yanlış anlaşılmasın, güzel kadınlar kalp ben…
Bunları görüp sahip olduğu ufak göğüslerle, eski model arabalarla, replika kıyafetler ile mutlu olamayan vatandaşlar hezeyana kapılıyor. Ve zaten belirsiz olan hedefler iyice yolundan çıkıyor.
Peki mutluluk benim için ne ifade ediyor? Aynı düşünceleri yıllarca zihninde barındırmış, askerlikte bir nevi aydınlanma yaşamış benim için mutluluk kısa bir anlatımla şu şekilde ifade edilebilir;
Mutluluk benim için belirli konularda asgarilerin yakalanmasıdır. Bu belirli konuları aile, sağlık, sosyal hayat ve iş olarak alt kollara ayırabiliriz. Bunların asgari şartları sağlandığında ben mutluyum…Bunu kendimden gurur duyarak söylemem mi gerekir yoksa bundan utanmam mı lazım emin değilim. Yaşıtlarıma göre çok gerideyim. Bir evim yok, yıl sonu yeni kaskosunun maliyetini karşılamak zorunda olduğum bir arabam yok, aldığım maaş gerçekten düşük seviyelerde, günde 5 saate yakın zamanımı ise yolda geçirdiğimden yukarıda bahsetmiştim. Peki tüm bunlara rağmen mutlumuyum? Hem de inanılmaz mutluyum. Ailemin de hanları hamamları yok. Ortalama bir Türk ailesinin ufak çocuğuyum ama dedim ya çok mutluyum.
Benim sahip olduklarımdan fazlasına sahip olan ama mutlu olmayan insanlar ile tanıştım.Bir de hepsine sahip olan adamlar var ki, onların da hakkını verelim. Onlar en şanslı olanlarımız.
Peki nasıl oluyordu bu “yokluk” silsilesinde mutlu olduğumu söyleyebiliyorum? Yalan söylemem mümkündür. Psikolojik olarak rahatsız olmam da diğer bir seçenektir ama ikisi de değil.
Mutluluğun aslında hayattan ne beklediğinle alakalı olduğuna inanıyorum. Sağlığım bu sene çıkan ufak tefek sorunlar dışında iyi, ailemden sevdiğim herkes yakınımda, sosyal hayatımda sahip olabileceğim en iyi arkadaşlara sahibim. Bundan daha iyilerine sahip olamazdım. Sevgilim yok ama çok güzel kadınları sevdim zamanında. Yeniden de seveceğim…İş hayatında ise az para almama rağmen yaptığım işi ve bu sene bana sağladığı imkanları seviyorum. Belki o konuda önümüzdeki yıl bazı değişikliklere gidebilirim. Daha tam karar vermedim…
Toparlamak gerekirse(her yazıda aynı şeyi kasten kullanıyorum); mutluluğun anahtarı aslında doğumumuzdan beri bizim elimizde. Biz ne istersek ondan mutlu olabilen varlıklarız. Beklentilerimizi ne kadar yükseltirsek, hayal kırıklıklarımız ve sonucunda da mutluğumuz-mutsuzluğumuz o denli şiddetli oluyor. Hepimiz öleceğiz, koyverin gitsin demiyorum ama imkansızı aramak mutsuzluktan başka bir şey getirmeyecek. Zaten kısıtlı olan ömrümüzü beklentiler ile boşa harcamamalıyız. Ölümün bir gerçek olduğunu ve er ya da geç bizi de saracağını aklımızda tutup, sahibi olduğumuz dakikaların tadını çıkarmalıyız. İnsan aşık, taş pırlanta olunca ölümsüzleşir demiş Hakan Günday, aşık olmalı ve sevmeliyiz. Tüm bunları kabullendikten sonra zaten mutluluk gelecektir. He bir de unutmadan doğru yerde doğru zamanda bulunmanın da önemi var elbet.
Kapanışı Andre Maurois’in İklimler kitabından bir cümle ile yapalım: “Mutluluk kaygı içinde bir duraklamadır.” Bir an şu tüm kaotik arzularımızdan sıyrılıp duralım ve avucumuzun içine bakalım. Belki de cılız sesi ile bir kelebek mutluluğa doğru kanat çırpar, kim bilir?
No comments